11.5.07

...

Perihan Mağden'i çok okurdum eskiden. Sonra politik görüşlerimiz bağdaşmamaya başladı, ben de bıraktım okumayı epeydir. Ama onun haricinde bakış açılarımız çok yakın birbirine, ki aslında bu gerçekten mümkün müdür emin değilim; politik görüşü bir insanın %90'ı filandır bana göre. Bilmiyorum bu da böyle bir gizem olarak kalacak benim için.

P.M. yazılarında bizden, Türklerden hep "Türkler" olarak bahseder; Türklerin ikiyüzlülüğü, çıkarcılığı, basitlikleri, ya da sıcakkanlılığı, pratikliği vs. Hep uzaktan, üçüncü çoğul şahıs mesafesinden, kendisi o gruptan değilmiş gibi. Aslında kendini de katar o gürüha tabii ama işte okurken bi sinir olur insan, "sen nesin ki acaba?" diye. Neyse mevzu başka, bir süredir kendimi "Türklerden", nefret eder yakalıyorum, değişik vesilelerle, değişik durumlarda, hep bir illet olma halindeyim. Başka milletler yapmaz mı böyle şayleri, bir biz kötüyüz de herkes sütten çıkma ak kaşık mı? Değil(dir) tabii, ama bazı pislikler de sırf bize hasmış gibi geliyor bana, sıraya girememek gibi, hoşgörüsüzlük gibi, kural tanımazlık, anında çark edivermek gibi.

Şimdi, bizim şirkette Rus bir kız çalışıyor. Kendinden epeyce büyük bir hırtla, pardon Türkle evlenip buraya gelmiş. Adam sıradan bir mühendis, yaşça da bundan epeyce büyük; bu mastırlı, doktoralı, babası roket tasarımcısı, anası gıda mühendisi, sarışın, beyaz tenli, hoş bir kız işte. İlkokul yaşında bir çocuğu var. Binlerce hemcinsi gibi (neler öğreniyor insan) daha iyi hayat şartları için, aşk için, meşk için, arada bir alınan (kendi ifadesiyle vatandaşı sarhoş erkeklerden asla göremeyecekleri) 3-5 sap çiçek, birkaç kuru iltifat için evlenmiş, eş durumundan gittiği ülkelerde mesleğiyle ilgisiz işlerde çalışmak zorunda kalmış, 7-8 seneden sonra da oturduğu ev dışında beş parasız kıçına tekmeyi yemiş, sırf Rus olduğu, çocuğuna ana dilini öğretmek cüretini gösterdiği için ve fazla dayılanmasın diye çocuğu uzun süre kendine gösterilmemiş, başında onu sahiplenecek kimi kimsesi olmadığından ölüm tehditleriyle filan sindirilmiş. Berbat bir hikaye. Bizimki her daim kuyruğu dik tutmaya çalışıyor, aynı kendi devleti gibi, bir zamanların ihtişamı hala varmış gibi, asla ortalığa saçılmıyor, dantelleri eprimiş, dizleri iz yapmış olsa da giysileri kaliteli, eskiden üye olduğu kulübü öldür allah karşılayamayacağından yüzmek için belediyenin ücretsiz havuzlarını filan araştırıyor, içi burkularak, zira çocukluğundan beri yüzmeye alışmış, zengin olduklarından değil, öyle ülkeler çocuklarını tarlada sokakta değil mahalle aralarındaki spor salonlarında büyüttüğü için. Klasik müzik seviyor, elçiliklerde filan verilen ücretsiz konserleri, filmleri kaçırmıyor.

Arada mahkemeye gidiyormuş, bana doğrudan anlatmadı hiç, haberini alıyorum. Hafta sonları görüyormuş artık çocuğunu. Hafta arası baba değil büyükanne-büyükbaba bakıyor çocuğa, hobi kabilinden, okulunun pahalı taksitlerini ödedikleri için, al gülüm ver gülüm neticede. Baba pek ortalarda yok, çocuk mocuk pek umrunda değil anladığım kadarıyla, maksat güç gösterisi olsun, başka bir memlekette kızıl avındadır bu sefer herhalde.

Kızcağızın şirkete gelişi de olay oldu, ihtiyaç yokken hatır gönül sonucu alındı, Rus sekreter-tercüman lafını duyan kendi katına istedi derhal, bize lazım olduğundan hanereisi herkese nanik yapıp tam karşıma oturttu, başımı azıcık uzatınca masasını görüyorum; yemeğe beraber gidiyoruz, dışarı beraber, birisi masasının etrafında azıcık oyalansa şahin gibi tepesindeyim derhal. Bir iş için lazım olursa benden izin alınıyor önce. Ah ama koridorda, girip çıkarken filan görünce nasıl salyaları akıyor milletin, o saf anlamıyor belki ya da anlamama mekanizmasını işletiyor çaresiz, ama mal gibi ortada bakışlar. Önce dik dik süzmeler, ardından gözlerini gözlerine kilitleyip "Nataşalık" izi aramalar. Kızcağız da sanırsın haza "Türk" hanımefendisi (tüm "Türk" kadınları haza hanımefendidir zira; üçüncü sayfalara düşenler, sabah programlarında rezilliğin dibine vuranlar, televizyonda milyonların önünde fingirdeşip koca arayanların hepsi de devşirme). Sopadan hallice yürüyüşüyle, eski yüzücülükten gelen düzgün ama kıvrımsız vücuduyla, muhafazakara kaçan giyimiyle taleplere cevap verecek hali ve isteği yok hiç. Ama boya da olsa o sarı saçlar, mavi gözler, duru beyaz ten, aksanlı konuşması ve o tüm fantezileri tetikleyen ismi yok mu yetiyor işte bizim "Türklerin" zıvanadan çıkmasına. Öyle doktoralı moktoralı, üç dilli, öyle düzgün, hoş bir "Türk" kadınının bunlarla asla işinin olmayacağını bilip fantezilerinin en derinlerinden, tüm cahil cesaretleriyle umuyorlar işte onlara da biraz düşer mi diye, umutlarının söndüğü anda daha da bayağılaşıyor iş, bakışlar ele veriyor işte, -gel de deme- "Türklüklerini".

Kendi memleketinde kadın olmak başlı başına zorken, yabancı bir memlekette yabancı bir kadın olmak ne zor ya rabbim. Sen hepsine kuvvet ver.