26.12.06

deneme birki

Bunu yapmayı yeni öğrendim.

13.12.06

bir akıl bir fikir bir dilek

Bugün gezerken böyle bir bloga rastladım. Blogun sahibi doktorun (ne doktoru olduğunu anlamadım) bir kitabı pdf olarak indirilebiliyor. Fikirleri ve dili fazla basit bulsam da enteresan da gelmedi değil. Temel olarak diyet ve sporla asla kalıcı olarak zayıflanamadığından, zayıflamanın yolunun canımız ne çekerse, yememiz gereken saatlerde değil, sadece midemiz (beynimiz değil) acıktığında ve doyana kadar yemekten geçtiğini anlatıyor. İlk bakışta "böyle kilo mu verilirmiş" diye tepki duyuyor insan tabii ama fena fikir değil aslında. Kendimi düşününce mantıklı bile geliyor. Evlenene kadar çok zayıftım, ama kilomu bilmezdim, aldım mı verdim mi umrumda bile olmazdı, asla yediğimi içtiğimi kısıtlamazdım, hareketliydim ama hiç spor yapmazdım. Annem sayesinde hem sağlıklı beslenirdik hem de ev sürekli pastane gibi olduğundan gözümüz ve midemiz pasta, böreğe doymuş haldeydi. Üniversite sırasında okuldayken çoğu kez öğle yemeği aklıma bile gelmezdi, çünkü acıkmazdım ve hiç kilo problemi yaşamadım. Ne zaman ki evlendim, yemek düzeni şaştı, evde her zaman o kadar fazla çeşit olmadı, bir de evliyim ya kiloma filan artık dikkat etmeliyim moduna girdim gelsin kilolar.
Böyle düşününce eskiden acıkınca ye, neyi istersen doyana kadar ye felsefesini zaten uygulamış olduğumu görüyorum. Doktora göre evde diyette olan biri huzursuzluğunu bulaştırırmış, herkes ona bakarak yediğinden suçluluk duymaya başlarmış, sonuçta tüm ev halkı kilo problemi sahibi olurmuş. Bizim evde kilosundan şikayetçi olan bir tek annem vardı, o da lafta kalırdı zaten, bize de asla "az ye, onu ye bunu yeme, kilo alırsın" filan denmedi, tam tersi biraz daha yememiz için gözümüzün içine bakılırdı; belki de o yüzden kardeşim de ben de ergenliğimizde yiyeceklerle inatlaşmadık. Ama diğer yandan yıllardır hatmettiğimiz kan şekeri, glisemik endeks, karbonhidrat dışarı, salatalık içeri mesajları ne olacak? Ara öğünler, ana öğünler, çok acıkmadan yemek, masadan yarı tok kalkmak vs. çöpe mi gidecek? Doktor belki anlaşılır kılmak için basit yazmış ama onun sözleri de eleştirdiği sloganlardan öteye gidememiş, bilimsel olarak doyurucu birşey, bir ispat bulamıyorsunuz maalesef. Ne yani vücudum akşam yemeğinde bir paket cips üstü çikolatalı pasta istese oturup yiyecek miyim? Kolesterol, şeker oynamaları ne olacak? Sebzeden nefret ediyorsam vitamini, lifi nereden alacağım? Ya da kahvaltı etmeyi sevmiyorsam bunda bir sakınca yok mu? Bilemiyorum, belki kendi haline bırakılırsa vücut doğru yolu buluyordur ve canı otomatikman kendisi için gerekli besinleri istiyordur ama vücudum o kadar akıllı mı emin değilim doğrusu.
***
Hani arada milletin burnuna mikrofonu dayayıp sorarlar ya, "en nefret ettiğiniz şey nedir?" diye; herkes de söz birliği ermişçesine "yalandan nefret ederim" der. Asıl yalan bu. Sevsin sevmesin herkes sık sık ya da arada bir yalan söyler, beyaz, siyah, mor, ama söyler işte. Hem yalan yerine göre iyidir, hayat kurtarır, paçayı kurtarır, günü, anı kurtarır. Bence asıl nefret edilesi şey kendi bildiğinin doğruluğundan emin olmaktır; tam karşılığı yok sanırım Türkçe'de, self righteousness denen şey hani. Dediğim dedik çaldığım düdükçülük desek onda sanki biraz inat var gibi, ama bu self righteous tiplerdeki inatçılık değil, lüzumsuz bir bilmişlik, sen giderken ben dönüyordumculuk, o öyle olmaz böyle olurculuk. Ne tahammül edilmez şey! Yaşlılardaki bir nebze çekiliyor yine, yaşına veriyorsun, bir bildiği vardır belki diyorsun, ama genç insanlarda bence en itici, en sıkıntı verici huy bu. Lafa gelince bilmiş bilmiş herkesin doğrusu kendine derler ama kendilerine ters durumlar karşısında fikir belirtmeseler bile içten içe kaşıntı tutar bunları, dili dursa gözünden, dudağının kıvrımından, kaşının kalkmasından anlaşılır senin fikrini onaylamadıkları, dıştan belli etmemeye çalışsalar da içlerinden büyük harflerle haykırırlar "YANILIYORSUN!" diye. Onların hayat tarzları en doğrusudur, seçimleri en mükemmelidir, kararları en isabetlisidir, en iyi çocuğu, sardunyayı bunlar yetiştirir, eşin de balığın da en iyisini onlar seçer. Bir kere de durup belki onun yaptığı da doğrudur, kendince sebepleri vardır demek akıllarının ucundan geçmez. Hoşgörülü, geniş gönüllü görünmeye çalıştıkça, çabaları sırıtır. İçlerinde bir yargıç elde tokmak sürekli mesai yapar: suçlu! haksız! mantıksız! diye vurur da vurur masaya. Kafalarından akıl taşar gibi görünür ama bir kere yanılıp da bunlara danışan, içini açan kimse ikinci kez akıl fikir filan istemez bunlardan, çünkü bunlarda zaman aşımı kavramı yoktur, ne kadar tozlu olursa olsun anında eski dosyalar raftan iner, kayıtlar gözden geçirilir ve karar verilir, elde zaten yeterli veri mevcuttur, yeni delillere ne gerek vardır. Ağzınla kuş tutsan beraat edemezsin, sabıkan silinmez, hakkındaki hüküm değişmez, ne isen osundur, yaptıkların ve yapacakların da bunun ispatıdır, işte o kadar.
Şişiriyor beni böyle tipler, ama sayıları o kadar fazla ki hangi birinden sakınacaksın?
***
Ne olduğu hiç farketmez, mutlu bir haber istiyorum son günlerde, benimle ilgili olmasa da olur, birinin başına güzel birşey gelsin, beklediğine değsin, biri çok istediği birşeye kavuşsun, uğraştığının karşılığını alsın, başına pat diye harika bir şey geliversin, tam denk gelsin, tesadüfün bu kadarına da pes densin, birinin masalı sonsuza dek mutlu yaşamış diye bitsin... Tabii benim başıma gelse çok süper olurdu ama fark etmez, iyi bir şey olsun da.

8.12.06

Yıl biterken

Biraz daha yazmasam depresyona gireceksin günlüğüm, bunalım küpüm, biliyorum, iyisi mi arayı azıcık kapatayım.

Gerçi bir saattir düşünüyorum ne yazsam diye ama kayda ve kaydetmeye değer birşey bulamadım maalesef. Ev-iş-spor salonu üçgeni içinde yuvarlanıp gidiyorum işte. Aslında vaziyet hiç iç açıcı değil: evde yalnızım, iş aynı ruhsuz halinde, salonda ise hayal kırıklığına ve ümitsizliğe kapılmama az kaldı. 1 ayı devirdim değerlerde tık yok. Haftanın en az 4 günü canım çıkıyor ama gram değişim yok. Sadece kondisyonum daha iyi ve kaslarım biraz güçlendi, o kadar. Bu işte bir yanlış var ama nerede bilmiyorum. Yediğime içtiğime dikkat edeceğim diye doğru dürüst yemek de pişirmiyorum, bir şey değil bloglardan indirdiğim tarifler dağ haline geldi, gördükçe moralim bozuluyor, kim deneyecek bu kadar şeyi diye. Bu yemek yapma işi zaten tamamen antrenmanla ilgili, biraz yapmayınca hamlıyorsun. Geçenlerde hanereisine yolluk olarak bir kek yapayım dedim, aman aman. Noel Baba'dan dileğim bu sene çok para sahibi olup kişisel antrenör tutabilmek, bir an evvel istediğim ölçülere kavuşup yine mutfağıma dönmek. Fazla birşey sayılmaz be baba!

Havalar sular bir felaket, daha doğrusu felaket kapıda. Küresel ısınma önce Ankara'yı vurdu sanırım, hava bahar gibi. Göçmen kuşlar bir türlü göç etmiyormuş o yüzden. Suyu ise yakında sadece pet şişede görebileceğiz sanırım. Biraz daha yağmur yağmazsa hem hava kirliliğinden boğulup gideceğiz hem de su kesintilerine başlanacağı müjdesini verdi sayın belediye başkanımız, suyu tasarruflu kullanacakmışız. İki yıldır yeşillendireceğim diye dağı taşı sulayan, patlak su borularını günlerce onarmayıp mahlallelere zoraki pastoral hayat yaşatan benim sanki. Bu şehir ne güneh işledi de yıllardır ceza olarak çekiyor bu adamı bilmiyorum.

Geçen sene kötü geçen yılbaşının acısını çıkarmak için bu yıl işe erken giriştim, herkese hediye almaya başladım. Evde de güzel bir sofra ve bol bol televizyon olacak sanırım. Kulağa hiç de çılgın gelmediğinin farkındayım ama geçen sene 9'da ve son derece mutsuz şekilde yatıp uyuduğum için bu kadarı bile yeter adam olana diyorum. Belki son anda bir delilik yapıp evi bile süslerim, belli olmaz!

Salondaki pilates hocasına çok karışık hisler beslemekteyim. Kızın vücudu harika, bir gram fazlalık yok, feci esnek, fakat çok da tatlı oluşu nefret etmemi engelliyor. Yine de egzersiz sırasında aynada yan yana halimizi görünce sinir oluyorum elimde değil.

Hükümet sonunda sözlüklere de el atmış, irtica'nın tanımını değiştirmişler. George Orwell haltetmiş, ne senaryolar yazıp uyguluyorlar bu memlekette, ömrü yetseydi de gelip feyz alabilseydi keşke.

Son zamanlarda film-oyun namına ne seyrettiysek fiyasko çıktı. Casino Royal tüm hareketliliğine ve Daniel amcanın karın baklavalarına rağmen seriden bağımsızlığını ilan etmiş olduğundan sadece geçer not aldı. Babil'i oturup Bush-Blair-Chaney üçlüsü seyretsin, kör gözüm parmağına filmleri sevmiyorum işte. Taş Meclisi taş gibi oturdu midemize, güzelim kitap nasıl bu kadar iç kıyıcı hale sokulmuş bilmem, işi Monica hanımın göğüsleri ve poposuyla kurtarmaya çalışmışlar ama yanlış film, yanlış popo. Grunge saçını başını yolmadan izeyebildi mi acaba filmini merak ettim. Bir de tiyatro fiyaskosu: Oyun Atölyesi'nden Hırçın Kız. Bu da Shakespeare'i yattığı yerde fır fır döndürmediyse ben de şapkamı yerim. Kadın erkek ilişkisinde kadının erkek tarafından baskılanmasını, evcilleştirilip boyun eğdirilmesini anlattığını iddia etse de pek yemedik, yemediğimiz gibi az daha kusacaktık, o kadar. Kate'i oynayan kadının isterik halleri ve çığlıkları -bir satır repliğini bile bağırmadan söylemedi-, kocası rolündeki zibidinin "Gaffur"vari debelenmeleri -pijaması, kirli sakalı, boyu posu ve konuşmasıyla tam bir ilham perisi olmuş adama-, kurgunun sıkıcılığı, oyuncuların soytarılıkları oyunu tam bir sirke çevirmiş. Haluk Bilginer zahmet edip bir provaya bile gitmemiş sanırım. Bunlarla kalmayıp kiraladığımız DVD'lerden de bir hayır gelmeyince (adlarını hatırlamıyorum bile) kendimize toz kondurmayıp, sinemanın kötü bir döneme girdiğine kanaat getirdik. Tiyatrodan beklentimiz zaten o kadar yüksek değil, senede 6-7 oyuna gideriz, biri, taş çatlasa ikisi iyi çıkarsa mutlu oluruz. O kontenjanı da daha önce doldurmuştuk zaten (zavallı arşivimi imha etmeseydim döner bakardım neymiş diye, snıff). Giderayak 3 oyuna daha biletimiz vardı, biri gitti, biri yandı, elde var bir.

Son 6 aydır o kadar içime kapandım ki, kimseyi göresim, konuşasım yok. Geçen gün yukarıda bahsettiğim bir tiyatro biletini hanereisi yok diye yaktım, eskiden olsa illa ki birini ayarlar giderdim. Kimseye dert anlatmak, kimsenin derdini dinlemek istemiyorum. Anlatacak iyi bir şeyim yok, kimsenin mutluluğunu da dinlemek istemiyorum. Zaten ufacık olan çevrem giderek buharlaşıyor, hatta geriye pek bir şey kalmadı sanırım. Tabii şairin dediği gibi, kimsenin suçu değil bu, bu benim suçum. Diğer maddelerin yanında suçlarımın temize çekilmesini de 2007'ye havale ettim, hiç halim yok şimdi.