13.2.07

bir soru

Bu yazıyı nasıl toparlayacağım bilmiyorum; şöyle birşey var: Bazen, kendime döndüğüm, yalnız kaldığım zamanlarda ya da öyle durup dururken hayattaki yerimi, değerimi düşünüyorum. Bunda garip birşey yok, felsefenin temel derdi bu sonuçta; piramitteki seviyen yükseldikçe akla gelir böyle şeyler, herkes arada yapar, sanırım. Herkes vazgeçilmez, tek, eşsiz olmak ister, arada bir, sıklığı ego şişkinlik katsayısına bağlı olarak öyle olduğunu da düşünür, sanırım. Ama ya kalan zamanlarda, hani "bırak numarayı, şurada biz bizeyiz işte" zamanlarında?

Sorgulama, değer biçme krizleri için süper bir yöntem mevcut, ki bu yöntem giyinmekten yemek pişirmeye, dekorasyondan sanat yapıtı ortaya koymaya her durumda kullanılabilir: bunu kullanmazsam/çıkarırsam/atarsam ne olur? Diyelim ki giyindik süslendik, taktık takıştırdık, bir yere gideceğiz, hemen sormamız gerekir, bu yüzüğü/eşarbı/ikinci kat ruju takmazsam/giymezsem/sürmezsem nasıl olur? Atarsın söz konusu şeyi, bakarsın. Eksik görünürsen gözüne takarsın/giyersin/sürersin yine, ama o eksikken daha iyi görünüyorsan o çıkardığın her neyse fazlalıkmış demek ki. Mutfakta bulduğun her baharatı tencereye serpiştirmeden önce durur yemeğin bir tadına bakarsın, bu olmadan tadı yerinde mi yoksa koymazsam eksik mi kalır diye. Sehpana koyacağın fazladan bir süs odayı itiş kakış gösterebilir, ya da koltuğa iliştireceğin bir minder evin havasını tamamlar, kişilik verir. Yazı yazıyorsan mesela, yazdığının yarısını silersin bir, kalan kelimeler derdini anlatmaya yetiyordur büyük ihtimalle.

Eğer bu dünyada bir aksesuar, yemeğe katılacak bir malzeme, bir ayrıntı, bir kelime isek ne ifade ediyoruz, ne katıyoruz varlığımızla? Tamam, her insan, her canlı çok kıymetli, varoluşun özü bu zaten, ama herkes gerçekten, hakikaten vazgeçilmez mi?

Doğa için bunu düşünmek kolay geliyor bana, sonuçta her canlı bir diğeri için besin, barınak demek. Zincirin bir halkası koparsa kalanı da etkileniyor. Ama insanlar daha doğrusu kendim için bu kadar kolay yargıya varamıyorum ve daha fazla kıvranmadan asıl soruya geçiyorum: dünya denen çorbadan beni çıkarırsam tadında ne değişir? Ya da benim bu çorbada görevim, işim ne?

Önce yardımcı yanıtlar: kimsenin hayatta kalması bana bağlı değil (örneğin kardeşine ilik vs. sağlamak amacıyla dünyaya getirilmiş çocuklar var), yetiştirmek zorunda olduğum bir çocuğum, bakımıma muhtaç bir hastam yok. Yerimde herhangi biri olsa işimi üç aşağı beş yukarı benim kadar iyi yapabilir. Başından beri var olmayacağımdan ailem, eşim, arkadaşlarım, eksikliğimi hissetmeyeceklerdir, ilkinin bir çocuğu daha var, ikincisi de bir eş bulabilirdi kendine nasıl olsa. Ben olmasam aç kalacak bir hayvanım, doyurulacak, kollanacak sokak kedilerim, köpeklerim yok. İnsanlığa faydalı araştırmalar, keşifler filan üzerinde çalışmıyorum (master tezim benzer binlercesi gibi durduğu yerde duruyor). Çevreme ufak tefek yardımlarım oluyor ama birinin hayatında çok büyük fark yarattığımı sanmıyorum. Haydi daha basite ineyim, öyle kimsenin gününü şenlendirdiğim, kimseye rol modeli olduğum filan da yok. İyi bir insan olmaya çalışarak, kimseye zarar vermeksizin yaşayıp gidiyorum ama sorun da bu zaten, denklemdeki yerim paydadaki 1'miş gibi geliyor bana, o kadar etkisiz ve gereksiz.

Bazen romantizme kapılıp kelebek etkisi denen şeye inanmak istiyorum; farkında olmasam da birşeyler için gerekli olduğum fikrine; ama hiç gerçekçi gelmiyor bu düşünce bana. Umarım göçüp gitmeden bu soruya bir yanıt bulabilirim.

6.2.07

tekmil

Yazmaya değer iyi birşeyler olmasını beklersem iyice örümcek ağları saracak bu sayfayı, iyisi mi dolapta kalmış yarımşar porsiyonluk malzemeden ne çıkarsa artık deyip tencereye atmak.

Aylar sonra ilk kez dinlendiğim bir pazar günü geçirdim. Pencere önü koltuğu, yeni turuncu battaniye, gıcır dergiler, yakın zamanda ben ya da hanereisi tarafından alınmış dinlenmeden bir kenara atılmış CD'ler, çay kahve, çikolata, huzur buldum, huzurun kendisi oldum.

Evin televizyon girişi çalışma odasında ve yeni gelecek kütüphane girişin ve telefon, elektrik prizinin olduğu duvarı kapatacağından orayla ilgili ne varsa halletmeye çalışıyoruz, şimdi pek hevesimiz yok ama ileride istersek hazır olsun diye dijitürk almak da bu çalışmanın bir parçası. Cumartesi akşamı gelip taktılar. İlk heves zaplamaktan hiçbir şey izleyemedim. Lost'u da veriyorlarmuş meğer ama arada 2. sezon var, bir gayret izlemek lazım. Kalan programlar hiç ilgimi çekmiyor, sanki hepsi birbirinin azıcık değişik versiyonu saçma sapan diziler, filmler; inat için kitap okumaya yeniden başladım. Ben inatlaşarak motive olanlardanım sanırım, canlı cansız farketmez, yeter ki kendime aşacak hedef seçeyim, son kurbanım televizyon oldu, iyi de oldu.

Palahniuk'un Görünmez Canavarları bitiverdi birkaç günde. Şaşırtıcı ve sarsıcıydı. Okurken film seyrediyormuşum hissine kapıldım sık sık. Sonradan öğrendiğime göre amaç buymuş zaten. Yazar Fight Club'ın da yazarı ama bunun filmi olsa çok sansür yer. Sırada Gösteri Peygamberi var. Ama araya Alain de Botton girecek, hatta dün gece uykum kaçınca girdi bile, Mutluluğun Mimarisi. Yaşadığımız çevrenin üzerimizdeki etkisi üzerine, leziz bir yapıt sanırım.

Sihirbaz ne güzel film değil mi? I love Edward Norton.

2.2.07

sobe

Ycurl beni sobelemiş Gerçi bu blog sayesinde etekte taş maş kalmadı ama bir düşeneyim bakayım.

1. Eskiden pek yoktu, son senelerde düzen tertip takıntısı peydahlandı bünyemde. İki elim kanda olsa, hastalıktan sürünüyor olsam ortalık, masam, arabam, yatağım toplu olacak. Kendim ve hanereisi (bu takıntının sebebi biraz da onun korkunç dağınıklıdır) yetmezmiş gibi gittiğim arkadaşlarımın evini filan da toplar buluyorum bazen kendimi, acil ıslah olmayı diliyorum.

2. Yapmam gereken birşey olduğunda, çok önemsiz, hiç acelesi olmayan birşey bile olsa aklıma ilk geldiği anda yapmam lazım, yoksa içime dert olur. Sırf o güne planladım diye 40 derece ateşle perde yıkamak, bir mağazada beğendiğim birşeyi daha iyisini bulur muyum diye başka mağazalarda arayıp bulamazsam dünyanın yolunu kat edip geri dönüp almak (ertesi gün önünden geçeceğimi bile bile) gibi. Çok yıpratıcı olabiliyor.

3. Çantam ve ceplerim alışveriş, kısa ve uzun vadeli yapılacak işler listeleriyle doludur. Listesiz iş yapamam. Dalgınlık ve unutkanlığımın üstesinden böyle gelmeye çalışıyorum.

4. Geç kalkmayı, gündüz uyumayı hiç sevmem, mühim bir işim olmasa bile güneşi kaçırdım mı keyfim kaçar, gece geç saate kaldım mı da suçluluk duyarım; küçüklük şartlanması olsa gerek.

5. Sigaradan nefret ederim, içenlere de (hanereisi dahil) nefret-acıma karışımı derin hisler beslerim. Kokusunu 1 km öteden alırım, yanımda içildi mi faranjit, evimde içildi mi sinir olurum. Hele çocukların yanında içilmesine hiç tahammülüm yok. Geçenlerde hamile bir arkadaşım ve eşi içiyorlardı, bık bık konuştum, hanereisininkini söndürttüm, onlar devam etti; kendi bebekleri sonuçta, ben niye cadılık yapıyorsam!

6. Bu da bonus olsun: Öğrenciyken yurtdışında, medeni bir Avrupa ülkesinde mesela, birkaç sene okumayı çok istemiştim, sırf düzgün işleyen trafik, insanca muamele görmek, temiz sokaklarda yürümek, parkları, müzeleri bol bir yerde yaşamak, bir de tabii tamamen yabancı bir çevrede kendi ayaklarım üzerinde durmak nasıl olur görmek için. Kısmet değilmiş. Belki davulun sesi uzaktan hoş geliyordur, oraların da kendine has sıkıntıları vardır ama görmeden bilemem. Şimdi daha çok yurtdışından yazanları okumamın sebebi de bu olsa gerek.

İnsan kendinden bahsetmeye başlayınca susamıyor bir türlü, en iyisi keseyim burada. Sobelenmedilerse Dory'e ve epeydir sesi çıkmayan Pinky'e elim sende diyorum.