24.10.07

böyle gelmiş böyle gider

Her gün onlarca genç insanımız göz göre göre yitip gidiyor. İnsanın içi almıyor resimlere, görüntülere bakmaya; gidişata göre gidenlerin ardı yakın gelecekte de kesilecek gibi değil. Başta Amerika, bütün dünya bizimle dalga geçiyor, bizim elimizdeyse koz olarak bir tek "kötü kedi Şerafettin" var. Binlerce kilometre uzağımızdaki ülkeler kendi geçmişlerinin karanlıklarına bakmadan yüz yıl önce soykırım yaptık iddiasıyla bizi ayıplıyor, söz konusu rakamlar her sene geometrik olarak artıyor, bizse ne bilimsel platformlarda ne diplomaside lafımızı dinletemiyoruz, sadece kuru tehdit. Hükümet "borsa düşer haa ona göre" diye diye aylardır yıllardır her türlü aksiyona ayak diriyor, üstelik benim çervremde borsada parası olan kimse yok, hiçbirimizin çevresinde böyle insanlar yok, o insanlar bizim sınırlarımızda bile oturmuyorlar, örneğin Japonya'da ev kadınlığı filan yapıyorlar.

Gazetelerde yazılan televizyonlarda gösterilen konuşmaların hepsi yalan; hakiki konuşmaların fikirleri gece başlar yastığa konduğunda şekillenip sabaha ihale salonlarındaki pazarlıklarda kotarılıyor, akşamına yatakta "aklıma sağlık ne iyi ettim" denerek sağlaması yapılıyor. Mesela cin fikirli bir bakan "daha nereleri nereleri satsam da ülkenin faiz borcuna yama, gelecek seçime nohut parası, bizim oğlana da gemi sermayesi çıkarsam?" diye istihareye yatıyor, sabaha salonda kendi ülkesinde tek bir yaprak koparsa kıyametlerin de kopacağını bildiğinden kapağı bu gariban ülkeye atmış yabancı sermayeye (ki asıl sermayenin kim olduğu tartışılır tabii) "Gel en güzel dağımın ırzına geç, çil çil altınları kap, bana da biraz bırak" diyor, çıkışta mikrofona "çevreye zarar filan verilmiyor, ajanların kışkırtması bunlar, üstelik ağaç başına şu kadar para aldık" diye demecini patlatıyor, akşam yattığında "iki ağaç üç kuş için amma fırtına kopartıyor bu çapsızlar, altın ulan bu!" diye huzurla uyuyor. Mesela bir başkası "Yetti bu entel laiklerin maskaralıkları, üstelik beş kuruş faydası yok memlekete, kesin yıkıcam o mezbeleleliği." diye hırsla uyuyor, sabah salonda yeni yeni palazlanan din kardeşi müteahhitlere "Yedirir miyiz Taksim'in en pahalı yerini bir avuç günahkar çıplağa? Elbette alışveriş merkezi yapacağız orayı, az bekleyin." diyor, çıkışta mikrofona "AKM'yi yenisini yapana kadar yıkmayacağız, sanat severler müsterih olun." diyor, akşam yattığında "Bu millet nankör, binlerce kişinin para akıtacağı bir güzelim alışveriş merkezi 3-5 çapulcu laik gıy gıy bir şeyler dinleyecek diye feda edilir mi? Üstelik güzelim İstanbul'a yakışmayacak kadar da çirkin. Hani demokrasi, hani halkçılık?" diye mışıl mışıl uyuyor. Mesela bir diğeri gece "Bu TSK'yı ne etsek de rezil etsek?" diye kura kura sızıyor, sabah salonda müttefiklere "Olur mu canım, siz izin vermeden kuş uçurtmayız, yalnız ne zaman nereyi bombalayacağız söyleyiverin de fazla zayiat vermeyin." diyor, sonra mikrofonlara "Sabrımız kalmadı, elimizden bir kaza çıkacak vallahi, sizi gidi sizi!" diye dayılanıyor, akşam yattığında "Bir sortide dolar kaça çıkar? Ya kaçarsa sıcak para piyasadan, dağlara taşlara, kalırız alimallah ortada ti teber, ne fabrika var, ne birşey. Heriflere de söz verdik vurmayacağız diye, ama millet de isyanlarda, ne yapsak ki? Hah sansür tabii, fazla bağırmasın keratalar, yatmaya mı gitti o zibidiler askere? Allahtan bizimkilerin kapı gibi çürük raporu var. Ben en iyisi yarın uçağa atlayıp ortadan bir kaybolayım, gerisi Allah kerim." diye mışıl mışıl uyuyor. Bu paragraf sonsuza ıraksayabilir, o kadar mümbit bu bataklık.

Bunlara alıştık yıllardır, geç bir kalem. Benim merak ettiğim tek bir şey var: Dağlarda ölüp giden o canların aileleri; kendi dağlarını delenlerin, zeytinlerini zehirleyenlerin, tatil köyleri kadar ballı getirisi olmasa da turizmini baltalayanların şirketlerinde çalışanlar; borsa morsa bir yana cebinde üç kuruşu bir arada zor görüp belediye sadakasıyla geçinen, çocuğunu okula gönderemeyen, göndermek istese okul, öğretmen bulamayan garibanlar; lafa geldi mi rüşvete yolsuzluğa isyan edip yeri geldiğinde parti üyesi kayınçosunu araya koyup usulsüz tayin, ihale vs. talebinde bulunan şark kurnazları; çocuğunun kuran kursunda eğitilmesinde sakınca görmeyip "bizde teknoloji yok kardeşim, adamlar çatır çatır üretiyor işte" diye kahve köşelerinde yazıklananlar; "herkes inancında serbest" deyip sonra "ama ben zorla başımı filan bağlamam" diye spastikçe krizlere giren okumuş cahiller; "Ama Nişantaşı'nda da onlara mahalle baskısı var!" diye ultra hümanist röportajlar verip kuyruğu ilk sıkıştığında dünyanın muhtelif yerlerindeki evlerine yeni bir yaşam kurmak üzere arkasına bile bakmadan sıvışacak tuzu kuru sürtükler; laik ama köşk ödeneğini harcamayıp iade eden cumhurbaşkanına halkın içine karışmıyor, iş adamlarını pohpohlamıyor diye "elit" damgası vurup, dinci ama 4 (5?) sene oturacağı "lojmana" 30 trilyonluk masraf yapacak cumhurbaşkanını "halk adamı" diye nitelendirebilen akıl yoksunları; tüm bu insanlar, bu ülkenin çoğunluğu, bunca yıldır kimlere oy vermiş? Pazar günü kimlerin anayasasına evet demiş? Ya bundan sonraki seçimde kimi seçecekler? O cehennemden sağ çıkıp terhis olabilecekler bir dahaki "şeriat ister misiniz?" anketine bu sefer ne cevap verecekler? Aklını dinle, namusla bozmuş, gerisini koyvermiş o kocaman kitle, iftarını evinde kendi kazandığı rızkıyla açmak dururken sadaka çadırında yapmak zorunda kaldıklarında niye ben yeterli para kazanamıyorum diye, mahallesinde 5. cami açılırken niye asfaltımız, okulumuz, kütüphanemiz yok diye sokaklara dökülecekler mi? Üç gün sonra o kapısından bakıp salyalarımızı akıttığımız AB'nin tek taraflı uyguladığı kuralları uyarınca serbest dolaşabilen 72 milletten nitelikli iş gücü zaten kıt olan iş imkanlarını ellerinden aldığında bu memleketin cahil gençleri "Ben niye düzgün eğitilmedim, niye okulda benim fen dersime mahallenin eczacısı girdi, niye benim laboratuarım yoktu?" diye isyan edecekler mi? Yurtdışına çıktığında "gavurlar ne güzel koruyorlar değerlerini" deyip kendi şehrindeki bütün tarihi mirasın yakılarak yıkılarak otoparka dönüştürülmesine göz yuman hatta katliama ortak olanların yüzü biraz olsun kızaracak mı?

Ne demiş adamın teki, yolar yürümekle aşınmaz.

Bakmayın bu feveranlara, üç günde biter gider, oğulların da kızların da yaşamı çok ucuz bu ülkede.

23.10.07

olmak ya da olmamak

İnsanın başına ne gelirse can sıkıntısından geliyor. Odayı hallettik, ıvır zıvırlar da tamam. Aceleciliğimiz ve görgüsüzlüğümüz yüzünden dünya kadar kitap, oyuncak stoku da oluştu. Hamilelik kitapları tarafımdan döne döne hatmedildiği için ve geriye alınacak birkaç tulum bir de bezleri kalınca, kendimi çocuk yetiştirme tekniklerini okumaya verdim ben de. Zira bu ara başka hiçbir tür kitabı kafam almıyor, konsantre olamıyorum. Halbuki otur Ulysses'i, filan hallet, bir daha kim bilir ne zaman fırsat olur.


Neyse, birkaç "soft" sayılabilecek kitap devirip kendimi epeyce "donanmış" addettikten sonra bir çok blog'ta methini okuduğum, internette yazar ve eserini epey tetkik edip Türkiye'de de Türkçe çevirisiyle satıldığını öğrenince bir de bu kitabı deneyeyim dedim.


Yazarın eğitimini anlamadım (okulu yarıda bırakmış), bu ara saçlarım tırnaklarım filan çok iyi durumda ama IQ'm için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Kendisi psikoterapist ve anladığım kadarıyla uzmanlık alanı aile-çocuk terapileri (bildiğim kadarıyla bizde terapist olabilmek için psikolog ya da psikiyatrist olmak şart ama yurtdışında en azından Amerika'da bir takım kurslar alıp sertifikayla bu iş yapılabiliyor.) Kitaba konu olan deneyimlerini Güney Amerika'ya bir elmas arama grubuyla yaptığı, elmas ve kendini bulma amaçlı bir seyehatte tanıdığı bir yerli kabiledeki aile-çocuk ilişkilerini gözleyerek edinmiş. Ailelerin çocuklarıyla ilişkileri, o çocukların batılı akranlarına göre ne kadar huzurlu, mutlu ve sağlıklı büyüdüğü filan (örneğin asla katıla katıla ağlamamaları, "terrible two" denen dönemi yaşamamaları, birbirleriyle ve kardeşleriyle hiç kavga etmememeleri, aileleriyle olan uyumu, saygılı ilişkileri vs.) dikkatini çekince uzun uzun incelemede bulunmuş. Continuum Concept denen (Süreklilik Kavramı diye çevrilmiş) düşünce tarzı ve kitap işte bu gözlemlerin ürünü (burada da bir danışanıyla ilgili ilginç bir deneyim var).


Kavram özetle ve okuduğum kadarıyla son bir-iki bin yıl haricince yüzbinlerce yıldır yapılageldiği üzere doğum anından itibaren çocuğun uyku dahil hiçbir zaman anneyle ya da bakıcısı kimse onunla tensel temasının kesilmemesi (asıl bu ihtiyaç karşılanmazsa -en azından emeklemeye başlayana kadar- anneye aşırı bağımlılık, diğer duygusal travmalar filan görülüyormuş), annenin günlük yaşamına her şartta dahil olması ancak asla ailenin baş ilgi merkezi haline getirilmemesini içeriyor. Yani özel olarak ilgilenmek, şımartmak yok ama sen ne yaparsan görecek, izleyecek, dünyanın hareketini -her anlamda- hissedecek. Bebek anne tarafından sürekli sırtta-göğüste taşınıyor, onunla uyuyor, ne zaman isterse emziriliyor, daima günlük yaşamın içinde yer aldığı için toplumsal kuralları, balta girmemiş bir ortamda yaşadıkları için de doğal şartları bire bir yaşayarak öğreniyor.


Anlatım bu kadar masum değil ama. "Batılı ve modern" tarzda büyütülen bir çocukla yapılan karşılaştırmalar ve örnekler öyle iç burkuyor ki (doğar doğmaz ölçüm-tartım-yıkama-muayene için anneden koparılıp alınması, istediğinde değil saate bağlı olarak emzirildiğinde çektiği yoksunluk duygusu, annesinden ayrı tek başına uyumak zorunda kalması vs) insanın bu "canavarlıklar" karşısında gözü doluyor (ki ben hiç ağlak bir hamile olmadım ama bu kitabı okurken ha bire iç ve burun çektim durdum).


Okurken o gazla "Tanrım bir dakika bile ayrılmam ben bebeğimden" deyip duruyorum ama bir de acımasız (!) gerçekler var tabii. Öncelikle doğumhanede nasıl söyleyeceğim "inandığım süreklilik kavramı uyaranca yıkamayın, muayene etmeyin, hemen verin kucağıma" diye. Sonra "sling" denen bebeklerin sırtta taşındığı kundak gibi bir şey var, yumuşak ana kucağı. Bebek sırtına bağlıyken insan nasıl yemek yapar, çamaşır asar, vs. bilemedim. En beteri de gece ailece aynı yatakta yatmak ki dün gece bir tarttım, 100 küsür kiloluk ve deli gibi yatan ve piyasada mevcut hiçbir yatağı yeterince büyük bulmayan bir baba ve muhtemelen yorgunluktan kendinden geçmiş bir anneyle 0 3-5 kiloluk canlı nasıl zarar görmeden aynı yatakta uyumayı başarır işin içinden çıkamadım, üstelik emniyet için yorgan yastık filan da kullanılmayacak.


Bir yandan bu işin pratikte nasıl çözülebileceğini düşünüyorum bir yandan ipe un serdiğim için kendimi dünyanın en canavar insanı gibi hissediyorum.


Öte yandan "Aman biz büyürken böyle şeyler yoktu da fena mı büyüdük yani?" yaklaşımı hiç bana göre değil, hele de bebek bakımıyla ilgili olarak, hatta duyunca acaip sinirleniyorum zira biz büyürken inek sütünün bebeklere zararı bilinmiyordu, ülserin mikrobik olmadığı sanılıyor, klonlanma diye bir şey hayal bile edilmiyordu; yani şu anda dünya biz büyürken ortada olmayan kavramlar üzerine kurulu. Bu yöntem 1970'lerde ortaya atılmış (çok da yeni değil) ama "yöntem" olark ortaya çıkmadan önce de yüzbinlerce yıl anneler bebeklerine böyle bakmışlar zaten, yani yeni bir şey değil. Ama sanırım etrafımızda uygulamasını pek değil hiç görmediğimizden tuhaf geliyor.


Okuduğum kadarıyla taşıma ve okuma işi hariç her satırına katılıyorum ama bu iki konuda, -okumadan anlamanın imkanı yok- insanı gerçekten kötü hissettiriyor kitap; o kadar özenerek, araştırarak aldığımız yatak ve puset şimdi bebeğe yapacağımız kötülüğün işareti gibi görünüyor gözüme.



Bilmiyorum, en iyisi kitabı bitirip bir kere daha okumak belki.
(Resim bu sayfadan)




16.10.07

bayram seyran

Bayramı da bitirdik günlük; 30. haftaya girdik, geri sayım başladı sanırım. Dün kontrolümüz vardı, herşey yolunda. Doğum konusunda konuştuk biraz, zamanlamasını filan. Doktor o sırada ben fark etmeden tarihten yönteme geçip"Sen yapabileceğini hissediyor musun?" diye sordu bana pat diye? "Nasıl yani?" dedim, "yapamayacağımı hissetsem içeride mi kalacak?" Meğerse normal doğumdan bahsediyormuş. "Senin yerine ben doğuramam, ben sadece ara ara gelip tezahürat yaparım sana, acıyı çekecek olan sensin." gibi birşeyler söyledi, süper destek! Anladığım kadarıyla çok kararlı olmak lazım bu hususta, bakalım şimdilik işin zorluğunu düşünmemeye çalışıyorum, düşünmeyince de zor olur gibi gelmiyor ama dün ilk kez korkmadım desem yalan olur.

Bayram pek bir ağır çekim geçti. Öncelikle en sonunda trüf yaptım. Sağ olsun marifetli blog kadınları. Cuma günü yarım gün olmasını fırsat bilip o trafikte taa Gimat'lara gidip kuvertür, çikolata kağıdı filan aldım. Artık küçük paket bitterleri evin muhtelif dolaplarına saklama ama yine de nasıl beceriyorsa Hanereisi tarafından yarı yolda çikolatasız bırakılma derdim yok. Tevekkeli değil eskiden annesi misafirlerine yaptığı tatlıları, ikram edene kadar para kasasına koyarmış. Gerçi 2.5 kiloluk kütleyi görünce pek bir tezahura yaptı ama feci tehdit ettim, bakalım ne kadar etkili olacak. Trüfleri portakallı-bademli ve kahve likörlü-fındıklı yaptım, muhteşem oldular.

Bayram ziyaretleri de kendiliğinden pek kolay oluverdi. Gideceğimiz birkaç aile büyüğü şehir dışındaydı, kalanlar da tam biz yola çıktığımızda en büyük mercide olunca biz de kapağı oraya atıp uzun uzun oturduk ve herkesi bir seferde aradan çıkarmış olduk. Bu tür ziyaretlerden ziyadesiyle sıkılan Hanereisine de gün doğdu böylece.

Pazar günü biraz temiz hava alıp göl kıyısında yürüyelim diyerek rotayı Abant'a kırdık. Biz evden çıkarken ılık bir sonbahar havası vardı, yol boyu hava kışa döndü. Abant 3-4 derece civarında seyrediyordu ve sürekli yağmur yağdı. Sırtımızdaki incecik merserizelerle arabadan burnumuzu çıkarmak pek mümkün olmadı. Onca yolu göl çevresinde arabayla turlayıp bir yemek yemek için gitmiş olduk. Çıkarken tahta kaşık almak üzere girdiğimiz köylü pazarındansa kendimizi dışarı nasıl atacağımızı şaşırdık resmen. Bir tür kapalı çarşı olmuş orası, 4-5 dükkan var, sahipleri gelen müşterileri her yandan çekiştiriyorlar, bağırıyorlar gel gel diye. Hele kadının teki yapıştı koluma bırakmıyor, illa bir yandan diğer eliyle mıncıklayıp ufaltmakla meşgul olduğu çikolatalardan "gözün kalır ye bak" diye tattıracak bana. Gözüm filan kalmadı ama bir ara karardı gerçekten.

Yollarsa felaket kalabalıktı. İhtiyaç molası için durduğumuz tesiste bizim milletin özellikle kadın kısmının ne kadar umutsuz vaka olduğuna bir kez daha kanaat getirdim. Her ile üniversite açmayı hedefleyeceklerine, allahın günü eğitimde başka sıkıntı yokmuş gibi din eğitimi nasıl olmalı konusunda kafa patlatacaklarına mevcut liseleri de kapatıp temel medeniyet kuralları kurslarına döndürseler daha hayırlı bir iş yaparlar bence. Zira en "aç" oldukları dini bilgiler filan bir yana bu insanlara matematik, dil, felsefe, tarihe filan gelene kadar hijyen, edeple kuyruğa girmek, girdiği kuyrukta tepişmeden beklemek (sanırım ittirince daha çabuk ilerlediğini sanıyorlar sıranın), sıpasına sahip olmak (hakikaten veletlerinden de midem bulandı), kalabalık içinde birbiriyle öküz gibi böğürmeden konuşmak, el kadar havasız tuvalette sigara tüttürmemek, insanların el yıkaması için yapılmış lavabolarda o itiş tepiş arasında kırk kat mantoyu, eteği sıyırıp her yere su sıçratarak abdest almamak filan gibi en basit davranış bilgileri lazım bizim hanımlara. Bu kadınların yetiştirdiği çocuklar da aynı anneleri gibi olacağından beterin beteri bir nesil geliyor derim ben. Kıyafetlerinden çoğunun "dini bütün", kalanının da az buçuk eğitimli olduğu anlaşılan (e park yerindeki arabalardan fakir olmadıkları da rahatça söylenebilir) ama bizi taş devrindeki hemcinslerimizden ayıran en temel hasletlerden yoksun bir kadın sürüsüyle yaklaşık yarım saat tuvalet kuyruğunda bekleyince sıtkı mıtkı her şeyi sıyrılıyor insanın. Erkeklerin vaziyeti de aynı tabii ama kadınların ilkellikleri beni daha çok yaralıyor nedense.

Günler tekdüze, bekleyerek akıp gidiyor yine, biraz hızlanamaz mı ki acaba?

2.10.07

yardım

Sevgili blogcular, Ilgaz ya da Abant'ta kalıp da memnun kaldığınız ya da ününü duyduğunuz otel var mıdır acaba?